Güzel bir gün…

2023 üzücü başladı. Depremden beri gözyaşım kurumadı desem yalan olmaz. Öte yandan bahar geldi. “Dağlarına bahar gelmiş memleketimin”, her ne kadar, ben o memleketten uzak olsam da…

Bu memlekete de bahar geldi nihayet. Biraz serin bir bahar bu; alıştığımız ılık baharların aksine. Biraz da yağmurlu, ama beklediğimden az yağmurlu yine de… Bir bahar gününde yeni şehrimizin korularını keşfe çıktık. Bu gezinti ruhuma çok iyi geldi. Kokusunu Karadeniz ormanlarına benzettim; ağaç tipleri pek o kadar benzemese de. Acaba ısırganlar mı, yosunlar mı, nem mi, yoksa başka bitkiler mi bu kokuyu veren? Bilemedim. Ama leylakları, sümbülleri gördükçe içim açıldı; yaban gülleri, sarmaşıklar, papatyalar, karahindibalar, ve daha birçok tanıdık çiçek gördüm. Bahçemize gelen güvercinleri, mavi kuyruklu saksağanları, beyaz martıları, kara kargaları, benekli sığırcıkları gördükçe tanıdık birilerini görmüş gibi seviniyorum; halbuki buradaki saksağanlar, güvercinler falan Türkiye’dekinden başka türler (ya da cinsler?) sanki… Olsun, yine de tanıdık sayıyorum onları. Çiçekler de öyle; lavanta bile görmüşlüğüm var ve çok şaşırmışlığım: Lavanta daha az yağış alan yerlerin bitkisi değil miydi? Neyse, lafı dağıtmayayım. Birkaç güzel fotoğrafla bu güzel günümüzün anısını buraya bırakayım; belki on yıllar sonra kızım ve oğlum görür de ufak bir tebessüm yerleşir dudaklarına diye:

Genel içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Yine bir yıl, yeni bir yıl

Fark ettim ki bloga yıl sonlarında daha çok uğruyorum 😀 Geçen yılın muhasebesini yapmak, yeni yıldan beklentilerimi yazmak beni çok motive eden bir şey. Ama blogu bullet journal’a çevirmek de pek istediğim bir şey değil… O yüzden 2022 dileklerimi ve hedeflerimi kendime saklayıp 2021’in EN’lerini buraya not düşmek istedim.

İşte 2021’de EN sevdiklerim:

KİTAP: Bu sene hikarusbooks instagram hesabımda 49 kitap paylaşmışım. Bir miktar da storytel’de dinlediklerim var. En çok sevdiğin hangileri oldu Hikaru derseniz Bağlar (Domenico Starnone), Evelyn Hardcastle’ın 7 Ölümü (Stuart Turton), İstasyon (Birgül Oğuz), Moskova’da Bir Beyefendi (Amor Towles) ve Mutluluğun Parfümü Yağmur Altında Daha Güzel Kokar (Virginie Grimaldi) sırasız olarak ilk 5’imi oluşturdu diyebilim. Gencoy Sümer’in polisiye kitapları (Mavi Kolye ve Feneryolu Cinayetleri) ve Sally Rooney’den Normal İnsanlar ise mansiyon ödülü aldılar 🙂

FİLM: Bu sene oldukça güzel filmler izledim ama pek çoğunu not etmediğim için şu an hatırlamadıklarım olacaktır 😀 Ama iz bırakanlar şöyle: Henüz birkaç gün önce izlediğim Don’t Look Up (yıldız kadrosu ve hem güldürüp hem duygulandırması muhteşemdi), İşe Yarar Bir Şey (Barış Bıçakçı faktörü), I’m Thinking of Ending Things (başlangıcından oldukça farklı bir yere evrilmesi ve derin anlamı ile ön plana çıktı), Promising Young Woman (bir hayli feministti ki severim), ve Free Guy (çok eğlenceliydi).

DİZİ: Bu sene yine çok yabancı dizi, az sayıda da Türk dizisi izledim (Netflix ve Amazon Prime sağolsun), ama ön plana çıkanlar Only Murders in the Building (Steve Martin ve Martin Short muhteşemdi! Dizi de hem komik hem sürükleyici bir polisiye), Never Have I Ever (Ergen dizisi ama pek datlu! Hint kültürü bizimkine ne kadar da benziyor…), Behind Her Eyes (gizemini tahmin edene helal olsun!), Mare of Easttown (Kate Winslet harika, Evan Peters şeker, dizi slice of life polisiye sevenler için ideal) ve pek acıklı bir şekilde yayından kaldırılan Hekimoğlu idi. Şu an Yargı ve Evlilik Hakkında Her Şey izliyorum; ikisi de güzel gidiyor.

KDRAMA: Bu sene pek fazla Kore dizisi izlemedim. Ama SJK faktörü yüzünden Vincenzo, sürükleyici konusu ile Start Up ve hafif, eğlencelik olması ile Hometown Cha Cha Cha, gotik havası ile It’s OK not to be okay izleyip beğendiklerim oldu. Bir-iki tane de yarım bıraktım, onları yazmıyorum.

MÜZİK: L’imperatrice (ki sayelerinde Fransız pop müziği Spotify listemde en yukarıda çıkmış!), Hania Rani (çok dinlendirici bir müziği olan Polonyalı piyanist hanım kızımız) ve Dolu Kadehi Ters Tut (special thanks to my friend Büş :)) ve Güler Özince (Merkür Retrosu) (special thanks to my friend Göksun :D) yeni keşiflerim arasında 😉

Herkese çoook mutlu yıllar diliyorum! 😀

Genel içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Tam kapanmada ne yapmalı?

Eveeet, geldik kapanma günlerine… Şimdi 19 gün evdeyiz. Hadi hayırlısı, inşallah fiziksel ve ruhsal sağlığımızı kaybetmeden bugünleri de atlatır, en kısa zamanda aşılarımıza kavuşur ve şu salgın günlerini artık geride bırakırız. Çünkü en evcimen insana bile (mesela ben) son bir senedir yaşadığımız asosyal hayatla birlikte artık gına geldi… Eski hayatlarımız ne güzelmiş, arkadaşlarla kahve içebilmek ne büyük lüksmüş, hep birlikte anlamış olduk. Biz dersimizi aldık Tanrım, nolur artık acı şu kullarına…

Böyle bir ruh hali içerisinde verimlilik ve motivasyonunu koruyabilen arkadaşlar varsa tebrik edip gözlerinden öpüyorum, zira bence onlar zombi saldırısında bile hayatta kalabilecek mental dayanıklılığa sahipler! Geri kalan biz normal insanlar için bu süreç daha zor geçecek. Bir kısmımız zaten evden çalışıyor ve ne hikmetse eskiden trafiği de işin içine kattığımız halde bir gün içerisinde halledilen işler artık bir türlü aynı sürede bitmiyor… Üstelik okula gidemeyen yavrularımızın evde sürekli bize sarması sayesinde, bir yandan onları ekrandan uzak tutmaya bir yandan eğlemeye ve aynı anda kendi çalışmamızı yapmaya çabalarken enerji filan kalmıyor… Muhtemelen çalışmadığımız boş zamanları da o koltuktan bu koltuğa yuvarlanarak geçireceğiz… Ama ben yine de iyimserim. Daha önce deneyip işe yaradığını gördüğüm ufacık, minicik motivasyon hileleri ile hayatta kalmaya çalışacağım. Bunlar neler mi? Hemen sizinle de paylaşayım efenim:

Kendimize ufak, ufacık, baby-step işler belirliyoruz: Mesela günde 10 dakika yoga yapmak, ya da duolingo’da 10 dakika yabancı dil çalışmak, ya da 10 sayfa kitap okumak gibi. Bunları da abartmıyoruz, mesela her gün 3 tanecik bu işlerden belirlemek yeterli, daha fazlası yük oluyor. Sonra alıyoruz elimize kağıt kalemi, mümkünse bullet journal’ımızı, ve 1 hafta boyunca bu minicik işleri yapıp yapmadığımızın kaydını tutacağımız bir tablo oluşturuyoruz. Ve yalnızca 1 hafta boyunca bu işleri yapıp yapıp tablomuza tik atıyoruz. İnsanda müthiş bir başarmışlık hissi uyandırıyor 🙂 Ama unutmayın: Kısa süreli işler, ve toplamda en fazla 3 tane. Ayrıca 1 haftayı da geçmeyin (aynı şeyi aylık olarak yapmaya çalışınca illa ki bir noktada ip kopuyor ve bir günü pas geçtiğinizde motivasyonunuz da düşüveriyor). Gerekirse bir sonraki hafta aynı şeyleri tekrar belirlersiniz.

Bende işe yarayan bir başka uygulama da “her güne bir challenge” aktivitesi oldu. Bu defa her gün yapmam gereken şeyleri değiştiriyorum: Mesela pazartesi 10000 adım atmak, salı 1500 kaloriden fazla almamak, çarşamba 24 saatliğine sosyal medyadan uzak durmak, perşembe 100 sayfa kitap okumak… gibi. Bunlar görüleceği gibi daha büyük işler; ama her birini yalnızca 1 gün yapmak zorundasınız. Dilerseniz bir sonraki hafta yine aynı 7 işi belirleyebilirsiniz. Ya da mesela 1 gün saat 8’den sonra yemek yememeyi, sonraki gün 1500 kalori almayı, sonraki gün 1 saat spor yapmayı… vs seçerek kilo verme işini kolaylaştırabilirsiniz. Bu şekilde meydan okumalar oluşturmayı örneğin 2 hafta kesintisiz diyetten çok daha kolay yapılabilir buluyorum ben, bilmem siz ne dersiniz?

İşte böyle… Ufak tefek oyunlarla hayatımızı renklendirmeye çalışacağız, ne yapalım? Hadi herkese hayırlı karantinalar! 😀

Genel içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Birkaç iyi adam…

Bizim ilk gençliğimizde böyle bir grup vardı, Amerikan boy band’lerin çakması Birkaç İyi Adam 🙂 Bir de Çıtır Kızlar vardı, o da kız grubu 🙂 Başlığı niye böyle attım, konuya niye böyle girdim hiç bilmiyorum. Aslında anlatacağım şeyler bugünlerde izleyip dinlediğim, ya da okuduğum “birkaç iyi şey”den ibaret.

İşe Yarar Bir Şey: Pelin Esmer’in Barış Bıçakçı ile ortak senaryo çalışması olan bu film aslında birkaç senelik ama ben yeni izledim. İzler izlemez de çarpıldım resmen. Şiir gibi bir film. Diyalogları, görüntüleri, oyunculukları ile tam anlamıyla “şiir gibi”. Zaten başrol kahramanımız Leyla (Başak Köklükaya) bir şair. İstanbul’dan İzmir’e bir tren yolculuğu esnasında genç bir hemşire kızla (Öykü Karayel) tanışıyor ve onun gerçekleştirmesi gereken bir göreve dâhil oluyor. İstanbul-İzmir arası tren yolculuğu kadar İzmir’deki öykü de heyecan verici ve çarpıcıydı. Ah, sonu biraz daha uzasın, hemen bitmesin istedim ama o zaman da film sıkıcı olma tehlikesi ile karşı karşıya kalabilirdi. Şu haliyle tam “tadı damakta kalmalık” olmuş. Mutlaka izleyiniz efendim.

Bağlar: Domenico Starnone’nin romanı, Aile Bağları üzerine oldukça çarpıcı bir roman. Artık yaşlanmış, 70’lerindeki bir çiftin tatil dönüşü evlerine hırsız girmiş biçimde bulmaları ardından gelişen olayları anlatıyor. Aslında üç bölümden oluşuyor; ilk bölüm, ailenin annesinin ağzından yazılmış mektuplar, ikinci bölüm ailenin babasının anlatımı, üçüncü bölümse ailenin kızının ağzından yazılmış. Her üçü de aileyi neredeyse parçalamış, sonradan bir araya gelseler de izi asla silinmemiş bir olayı ve bunun günümüze etkilerini kendi açılarından anlatıyorlar. Okurken her karaktere hem hak veriyor, hem sinir oluyorsunuz 🙂 Çok güçlü ve çarpıcı bir roman, hararetle tavsiye ediyorum.

L’Impératrice: Bu Fransız grubu Frankofon arkadaşım Yasemin sayesinde keşfettim 🙂 Özellikle Peur des Filles (Kız Korkusu) şarkılarının (ve klibinin :)) hastası oldum 🙂 Eşimse en çok Sonate Pacifique‘i sevdi. Lütfen dinleyiniz.

Start Up: Son olarak bir Kore dizisi anlatmazsam olmaz 🙂 Netflix yapımı bu dizimizin başrollerini Suzy ve Nam Joo Hyuk paylaşıyor. Olaylar bir yazılım start-up’ının etrafında ilerliyor. Dizi zaten çok hoş ve ilham verici, ama biraz içimi sızlattı: Türkiye’de de ne yetenekli gençlerimiz var, ama dizideki SandBox gibi son derece destekleyici bir “kuluçka merkezi” şansına sahipler mi, ülke bürokrasisi güzel iş fikirlerinin filizlenmesine olanak veriyor mu, doğrusu epey şüpheliyim. Hele dizinin sonunda sürücüsüz arabalar dizayn ettiler ya, orada bittim. Biz daha yerli ve milli araba diye uğraşaduralım, millet elektrikli arabaları bitirip sürücüsüz’lere geçmiş vaziyette. Neyse, hayırlısı diyor, hem tatlı bir romans hem de girişimci gençlerin öyküsünü merak edenlere bu tatlış diziyi tavsiye ediyorum.

Kdrama, kitap, Müzik, sinema içinde yayınlandı | , ile etiketlendi | 1 Yorum

Dinlediğim Podcast’ler

Karantina günlerinde evde mekanik işler yaparken podcast dinlemek son derece keyifli olabiliyor. Ben de Spotify üzerinden dinlediğim podcast’leri sizlerle paylaşayım, belki ilgi alanınıza girer ve keyif alacağınız bir şeyler bulursunuz diye bu yazıyı hazırlamak istedim. Siz de yorumlarda kendi dinlediklerinizden bahsederseniz ne güzel olur; birbirimize de fikir vermiş oluruz, ne dersiniz?

ilksayfası

İlk Sayfası: Mirgün Cabas ve Can Kozanoğlu’nun adeta bir “sözlü yazı atölyesi” olan bu podcast serileri, birkaç ay önce dinlediğimde inanılmaz keyif aldığım bir yapım olmuştu. İki gazeteci her bölümde başka bir yazarla sohbet edip ondan yazma sürecine dair tüyolar alıyorlar. Her bölümünü severek dinledim, şiddetle tavsiye ederim. Aynı ikilinin “Nereden Başlasam” serisini ise zor günlerde dinlemek üzere bekletiyorum 🙂 Bir de Mirgün Cabas’ın tek başına yürüttüğü “Nasıl Gidiyor Karantina?” podcast’i var ki, o da ünlü isimlerle karantina günlerini nasıl geçirdiklerine dair kısa telefon sohbetlerinden oluşuyor. Başka zaman olsa dinlemezdim belki; ama kendim de karantinadayken iyi gidiyor 🙂

nasılolunur

Nasıl Olunur? Nilay Örnek’in her bölümde farklı bir sektörden başarılı bir ismi konuk ettiği bu podcast serisi, özellikle meslek seçiminin eşiğindeki veya halihazırda üniversite okuyan gençlerimiz için son derece ufuk açıcı olabilir. Konuklar arasında kimler yok ki? Aylin Aslım’dan Selçuk Şirin’e, Şokopop’tan Bekir Ağırdır’a kadar geniş bir yelpaze 🙂 Her bölümünden çok keyif aldım. Nilay Örnek’i seviyorum; tatlı bir kadın, ayrıca çok meraklı ve kendini yetiştirmiş bir insan.

fularsız

Fularsız Entellik: Ekşi sözlüğün ünlü isimlerinden “Immanuel Tolstoyevski” isimli yazar, bu seride kolay anlaşılan türden felsefe yapıyor. Mesela kötülük problemi (neden dünyada bu kadar kötülük var?), Evrensel Temel Gelir konusu, kitlelerin düştüğü yanılgılar… Ekonomi ve felsefe ile ilgileniyorsanız ve temel kavramların basitçe açıklandığı, bazen de olaya farklı bir perspektiften bakıldığı bir podcast arıyorsanız tam size göre.

Learn French: Bu benim Fransızca öğrenmek için takip ettiğim bir podcast serisi, ve ilk bölümleri teee 2000’lerin başına kadar gidiyor. Gündelik diyaloglarla Fransızca öğretiyor. Ancak bu seriden faydalanabilmek için başlangıçta belli bir Fransızca seviyesinde (intermediate) olmanız lazım… Benzer podcast’ler başka diller için de var; örneğin Duolingo’nun “Duolingo Spanish Podcast”ini görmüştüm, İngilizce zaten milyon tane var; eminim ufak bir aramayla başka pek çok dil için de benzerleri bulunacaktır. Cidden artık dil öğrenmek için o kadar çok kaynağımız var ki, bu devirde yabancı dil bilmemek de ayıp artık…

Evet, benim dinlediklerim bunlar. Bir de Açık Bilim, Evrim Ağacı gibi bilim podcast’leri dinlerdim karantinadan önce; ama bugünlerde pek sarmıyorlar nedense… Bir ara da youtube’da izlediğim (çoğunluğu komikli olan) video serilerinden bahsedeyim 😉

 

 

 

Genel içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Bir kuple Kdrama

2015-2018 arası Kore dizilerinden epey uzak kalmıştım; kariyer aşkı, çocuk büyütme, biraz da blog aleminin eski şaşaalı günlerinden uzak olması, benim bu nadas dönemimin müsebbipleridir zannedersem… Sonra yakın bir kız arkadaş grubum Kore dizilerini keşfetti, ben de onlarla birlikte yeniden daldım bu âleme. Kore dizileri de sigara gibi; asla bırakılmıyor, ancak ara veriliyor 🙂 Eh tabii bilgileri güncellemek gerekti ve kaçırdığım yıllarda yayınlanan dizileri ardı ardına izlemeye başladım. Ve böylece ortaya aşağıdaki liste çıktı, izlediklerim arasından en sevdiklerim. Hepsi test edilmiş, onaylanmıştır. Korona günlerinde evde oturan Kdramaseverlerle bu listeyi paylaşmayı bir borç bilirim!

hwarang

Hwarang: Bilen bilir, Sungkyunkwan Scandal benim en sevdiğim Kore dizisidir ❤ ❤ İçindeki minnoş SJK ve diğer güzel oğlanlar dışında konusu itibariyle de bana son derece çekici gelmiştir; eh, serde akademisyenlik var :)) Hatta 2017 yazında neredeyse Kore’de misafir akademisyen oluyordum da çocuk küçük olunca olamadı… Neyse, Hwarang da yine konusu itibariyle SKS dizisini andırdı bana epeyce: Bu kez Kore’nin 15. yüzyılına gidiyoruz ve 4 adet krallıktan oluşan Kore yarımadasındaki en zayıf krallık olan Silla’nın hikayesine konuk oluyoruz. Silla’nın başında kral naibi olarak Ana Kraliçe var, bizdeki Hürrem ya da Kösem Sultanlar gibi devletlü bir teyze bu. Ve kendisi her kraliçenin rüyasını gerçekleştirip genç, güzel, yetenekli asil erkeklerin eğitilip müthiş savaşçılar yapılması için bir okul kuruyor. İşte Hwarang da bu okul oluyor efendim… Sonrası, delüganlılar arasındaki çekişmeler, bromance’ler, iç ve dış mihraklara karşı yürütülen mücadeleler ve elbette olmazsa olmaz bir aşk hikâyesi ile son derece keyifli bir seyirlik 😉

weightlifting-fairy-kim-book-joo-kore-dizisi

Weightlifting Fairy Kim Bok Joo: Bu kez başrolde sporcu gençlerimiz var. Seriye adını veren Kim Bok Joo (Lee Sung Kyung), çok güzel yüzlü ama biraz erkek fatma karakterli bir halterci kızımız. Yüzme takımından çocukluk arkadaşı olan Joon Hyung (Nam Joo Hyuk) ile aralarında flörte dönüşmesi an meselesi olan bir arkadaşlık başlar. Ancak kızımız Joon Hyung’un abisine aşık olur ve üstüne üstlük bu adam bir diyetisyen doktor olduğu için onu görmek için bir kilo verme programına yazılır. Ama halter takımındaki hocaları, kendisini 59 kilo yerine 63 kiloda yarıştırmak için kilo almasını istemektedir :/ Velhasıl işler karışır, ortaya eğlenceli bir hikâye çıkar. Her zamanki gibi Korelilerin 1.75 boy-60 kilodaki hatunlara obez muamelesi yapması sinirlerinizi zıplatmazsa veya bunu göz ardı edebilirseniz (beni delirtiyor!) keyifle izlersiniz 🙂

descendants_of_the_sun

Descendants of the Sun: Song Joong Ki ve oyunculuk fakiri Song Hye Kyo’nun evlenmesi ile sonuçlanan bu dizi uzun süre kara listemde yer aldı 🙂 Neyse ki boşandılar da diziyi keyifle izleyebildim, haha 😀 Aslında öyle süper eğlenceli bir dizi değil; bildiğin bizim asker dizileri tadında. Ben elbette SJK için izledim, yoksa başına bile oturmazdım. Ama seveni bol, müzikleri hoş, görüntüler güzel, asker üniforması içindeki SJK hepsinden güzel 😀 Yurtdışında bir yerlerde görev yapan vatansever, cesur bir asker ve işine bağlı iyi bir doktor arasındaki aşk öyküsünü izlemek isteyenler için güzeş bir alternatif olabilir.

chicago

Chicago Typewriter: Genç, yakışıklı ve yetenekli bir yazar (Yoo Ah In) ve genç bir veteriner (Lim Soo Jung)’un hayatı, yazara hediye gelen bir daktilonun içerisinde sıkışmış bir hayalet yüzünden tamamen değişir: Bu hayalet, iki gence 1920’lerin Kore’sinde yaşadıkları geçmiş hayatlarını hatırlatacak, onların geçmişin gizemlerini çözmelerini sağlayacaktır… Ve yarıda kalmış birçok şeyin reenkarne oldukları bu yeni hayatta yaşanmasını da… Romantik, yarı fantastik yarı tarihi, oldukça güzel bir diziydi.

touchyourheart

Touch Your Heart: Sevimlilik abidesi Yoo In Na ve mermer tenli oppamız Lee Dong Wook’un başrolleri paylaştığı ve birbirlerine inanılmaz yakıştığı bu dizide Yoo In Na, haksızlığa uğrayıp ününü kaybetmiş genç bir yıldızı, Lee Dong Wook ise çok ciddi, işinde çok başarılı bir avukatı canlandırıyor. Yoo In Na bir dizideki avukat karakterini daha iyi canlandırabilmek için Lee Dong Wook’un yanında işe başlıyor ve olaylar gelişiyor. Tiplemeler tam klişe olsa da ikilinin romantizmi çok şirin ve insanın içini ısıtan cinsten.

crashlanding

Crash Landing on You: Son olarak Hyun Bin ve Son Ye Jin’in başrolleri paylaştığı bu romantik komedi, bir paraşüt kazası sonucu Kuzey Kore’ye düşen ve bir Kuzey Koreli yüzbaşının zorunlu misafiri olan genç bir işkadınının trajikomik öyküsünü anlatıyor. Her bölümü birbirinden sürükleyici. Yüzbaşının emrindeki askerler de pek şirinler, Rooftop Prince’teki prensin avanesini anımsatıyorlar insana. Keyifle izleyiniz 😉

 

Kdrama içinde yayınlandı | , , , , , , ile etiketlendi | 11 Yorum

Proust Anketi

marcel-proust-profil-xg

Virüs korkusundan evlere kapandığımız bugünlerde bir blogum olduğunu hatırladım 🙂 Biraz kafa dağıtmak için birkaç yazı yazayım bari. Bugün, Proust anketini yapacağım. Severek takip ettiğim bir edebiyat blogunda, parsomenfanzin.com’da gördüm bu anketi. Yapan arkadaşlar şöyle açıklıyorlar:

Fransız yazar Marcel Proust, 13 yaşındayken bir hatıra defteri alıp içindeki İngilizce soruları cevaplayarak arkadaşı Antoinette Faure’a doğum günü armağanı olarak verir. Benzer bir anketi, 20 yaşındayken de cevaplar. Bu iki anket Proust öldükten birkaç yıl sonra yayımlanır, soruların çoğu zaten aynı olduğundan literatüre “Proust Anketi” olarak geçer.”

İşte sorular ve benim cevaplarım:

Sizi en çok üzecek olay: Klasik cevap, çok sevdiğim birini kaybetmek. Daha farklı bir boyuttaki cevabımsa “değerlendirilememiş potansiyel”. Yani mesela çok zeki olduğu halde okumasına izin verilmemiş, 5 çocuklu fakir bir kadıncağız olarak hayatını sürdüren bir insanla karşılaşınca içim bir “cızz” ediyor.

Nerede yaşamak isterdiniz: Yeşillikler içerisindeki bir kır evinde. Salonu boydan boya cam olsun, tepeden yemyeşil bir vadiye, aşağısında ise masmavi denize baksın. Konforlu bir yer olsun ama; ben şehir çocuğuyum, köy ortamına alışık değilim 🙂 İnternetimi de verin lütfen 🙂 Ayrıca şehir dışında olsun ama büyük bir şehre de en fazla 1 saat mesafede olsun ki, istediğim zaman bir gezip geleyim. Böyle bir yerde yaşadığım sürece ister İstanbul, ister New York, ister Floransa çevresinde olayım hiç fark etmez.

Yaşayabileceğiniz en mutlu an: İnsanlığa çok büyük bir faydam dokunmuş ve insanlar bunu fark edip takdir etmişler… Daha mutlu bir an tasavvur edemiyorum. Kimya ya da tıp Nobel ödülünü alanlar bu hissi yaşıyor olmalılar, ne güzel 🙂

Hangi hataları hoşgörü ile karşılayabilirsiniz? Gençlikten, tecrübesizlikten, iyi niyetten, saflıktan kaynaklı hataları.

En sevdiğiniz erkek karakter: Rose of Versailles – Andre.

En sevdiğiniz kadın karakter: Rose of Versailles – Oscar. Çiçekler Büyürken – İlay.

Tarihteki favori kahramanlarınız: Bilge Kağan ve Tonyukuk. Tuğrul ve Çağrı beyler. Taht kavgalarına girişmeden, kardeş kardeş de devlet yönetilebileceğini kanıtlamaları açısından kalbime taht kurmuşlardır 🙂

Gerçek hayatta favori kadın kahramanınız: Ada Lovelace. Türkan Saylan. Bir alandaki erkek hakimiyetine rağmen yetenek ve çalışkanlıkları ile yükselmiş, insanlığa hizmet etmiş bütün kadınlar.

En sevdiğiniz ressam: Fikret Mualla’nın rengârenk eserleri, Osman Hamdi bey’in müthiş detaylar içeren oryantal tabloları ve Monet’nin ruha huzur veren nilüfer bahçeleri arasında kararsız kaldım.

En sevdiğiniz müzisyen: Zor soru. Çok isim var. Yanni, Yann Tiersen, Brian Crain, Joe Hisaishi, Hans Zimmer…

Bir erkekte en beğendiğiniz özellik: Kültürlü ve alçakgönüllü olması

Bir kadında en beğendiğiniz özellik: Kültürlü ve alçakgönüllü olması

En sevdiğiniz erdem: Dürüst, iyi kalpli ve çalışkan olmak. Hepimiz böyle olabilsek dünya çağ atlardı 🙂

Yapmaktan en mutlu olduğunuz iş: Bir şeyler yazıp-çizmek. Öykü de olabilir, blog yazısı da, ya da bilimsel makale de. Yeter ki ortaya gurur duyacağım bir ürün çıksın.

Kimin yerinde olmak isterdiniz? Kendim olmaktan dolayı gayet mutluyum. Ama illa birini seçmem gerekecekse mesela İnan-Suna Kıraç çiftinin kızı İpek’in yerinde olmak isteyebilirdim 🙂 Hem para hem vizyon; Allaaah, ne efsane hayat yaşardım be! 😀 😀

Arkadaşlarınızda hangi özellikler olmasını isterdiniz? Zekâ, kültür, iyi kalplilik, dürüstlük ve samimiyet. Arkadaşım olarak gördüğüm her insanda bu özellikler zaten var 😉

Kendinizde gördüğünüz en temel eksiklik: Ağzım hiç laf yapmaz :/ Hatta konuşmak beni yorar. Yaptığım işleri ballandıra ballandıra anlatabilen bir insan olmadığım gibi normal arkadaş muhabbetinde de çok eğlenceli bir insan değilim ne yazık ki… O yüzden genelde yakın arkadaşlarım çok konuşan insanlardır, onlar anlatır ben dinlerim 🙂

En sevdiğiniz renk: Mavi-yeşil. Turkuaz.

En sevdiğiniz çiçek: Nergis. Yasemin ve hanımeli de müthiş kokuları hasebiyle favorilerimdendir 😉

En sevdiğiniz kuş: Kırlangıç olabilir. Baharda ve yazın havada daireler çizerek dans etmelerini çok severim ❤ Saksağanları da severim; siyah-beyaz kuyrukları ile çok minnoşturlar. Pika pika 🙂

En sevdiğiniz yazar: Çok… Ama mutlaka birilerini seçmem gerekecekse şimdiye kadar okuduğum hiçbir kitabında beni yanıltmamış olan Magda Szabo, Alice Munro ve John Fowles demek istiyorum.

En sevdiğiniz şair: Didem Madak’in, Nazım Hikmet’in ve Cemal Süreya’nın bazı şiirlerini çok sevsem de, nicel bir analiz yapmam gerekirse (çünkü mühendislique :D) “şairin sevdiğim şiirleri”/”şairin okuduğum tüm şiirleri” oranının en yüksek olduğu isim Orhan Veli’dir sanıyorum.

Tarihte en sevmediğiniz karakter: Stalin.

En çok isteyeceğiniz özellik: Görünmez olmak ve istediğim yere sızmak 🙂

Nasıl ölmek istersiniz: İlerlemiş bir yaşta 3 gün yatak, 4. gün toprak.

Hayattaki sloganınız: Elinden geleni yap ve gerisini Allah’a havale et 🙂

Şu anki ruh haliniz: Hem ülke durumundan ötürü endişeli, hem de tuhaf bir biçimde çalışkan.

Anket bu kadar. Lütfen siz de cevaplamaktan çekinmeyin 😉

 

 

 

 

Genel içinde yayınlandı | 5 Yorum

Benim ağaçlarım

Çok sevdiğim ama yalnızca okumakla yetindiğim (üşengeçlik veya utangaçlık, ya da ikisi birden yorum bırakmamı engelliyor…) bloglar var. İlginç bir tesadüf ki, genellikle kadın öğretmenlerin blogları bunlar 🙂 Kendini yetiştirmiş bir öğretmen gibisi yok gerçekten… İşte o bloglardan birinde, sevgili Leylak Dalı’nın blogunda şöyle bir yazı gördüm ve bir heves ben de yazmaya koyuldum. İşte benim ağaçlarım…

Aslında benim ağaç-çiçek sevgim 30’umdan sonra başladı. Daha doğrusu önceden de bitki, börtü-böcek severdim ama dikkat etmezdim. Zavallı babam bana defalarca çam-köknar-ladin arasındaki farkı anlatmıştır ama hâlâ karıştırırım 🙂 (Mavi gibi olanlar köknardı, koyu yeşiller ladindi galiba. Yoksa tersi mi? :P) Ağaçların türüne, çiçeklerin ismine dikkat etmem yeni gelişen bir şey, sanki içimde bir buton yaşla birlikte aktive oldu 🙂 Artık az-çok bitki türlerini ayırabiliyorum. Ayıramadığım zamanlarda ise telefonumdaki “seek” uygulaması yardımcı oluyor, Latincesini ve İngilizcesini iletiyor sağolsun…

iğde

Çocukluğuma döndüğümde ilk hatırladığım ağaçlar Elazığ’daki lojmanlarımızın önündeki tarladaki ağaçlar olmalı… Bol bol fıstık çamı vardı tarlamızda. Bir de bir iğde ağacı: Aşağı yola inen kestirmenin dibindeki o iğdenin kokusu hâlâ hatırımda. Sonra, kütüphanenin arka taraflarında karadut ağaçları vardı ki, bir yandan kulağakaçan böceklerinden ölesiye korkarken bir yandan da kendimize engel olamayıp şemsiye gibi dallarının altına girerek doyasıya karadut yerdik. İlkokulumun bahçesinde ise akasya ağaçları vardı. Akasyanın yapraklarının şekli, beyaz çiçekleri, onlar sayesinde hafızama kazınmıştır. Öyle ki, armut ağacını ayvadan ayıramayan bendenizin akasya ağacını şıp diye tanıması bir vakit anneciğimi çok şaşırtmıştı 🙂

9 yaşında iken İskenderun’a yaptığımız bir gezide palmiye ağacı ile tanıştım ve pek sevimli buldum 🙂 Sonra Antalya’da da buluşmalarımız oldu bu sevimli ağaç ile. Hâlâ palmiyeler bana tatili ve sıcak güney memleketlerini çağrıştırır…

Bir de Ayaş’ta anneannemin bahçesindeki dut ağacı vardır, çocukluk hafızamda en çok kalan… Onun dallarına tırmanıp beyaz dut yemek, sonra da daldan sallanıp aşağı atlamak en keyifli çocukluk aktivitelerimizdendi. Aşağı sokakta ise Halide yengelerin (bana o zaman kocaman görünen) bahçesi yer alırdı. Bu bahçedeki ceviz ağaçlarının devasa görünümü hâlâ hatırımdadır… Ayaş’a uğrayıp bir bakmalı, o bahçe acaba hâlâ duruyor mu diye…

Isparta’da kütüphanenin yer aldığı caddeyi çok severim. İki yanında uzun çınar ağaçları vardır ve bana Beşiktaş’tan Ortaköy’e giden yolu anımsatır.

huşağacı

Ve ODTÜ… Faika Demiray yurdundan bölümlere geçen kestirme yol üzerinde muhteşem bir huş ağacı vardı, pek severdim… Asıl yurtlar bölgesinde ise kestane ağaçları pek çoktu. Hatta dikenli kabukları olan bu at kestaneleri yaz aylarında çatlayıp pat diye yola düştüğü için pek çok kez kafa yarılması tehlikesi atlatmışımdır 🙂 Bir de bahar gecelerinde beni sarhoş eden güzellikteki kokuları ile kampüsün ıhlamur ağaçlarını tek geçerim!

ABD’deki ağaçları pek tanıyamadım. Daha doğrusu cinslerini bilemem. Ama Türkiye’deki ağaçlara göre çok, çoook daha uzun olduklarını söyleyebilirim 🙂 Bu uzunlukta ağaçları Türkiye’de pek nadir gördüm; Isparta Aşağı Gökdere Arboretumu’ndaki kızılçamlar yakın zamanda gördüğüm en uzun Türk ağaçlar…

Nihayet İstanbul’da ise yine pek tatlı ağaçlarla hemhâl oldum 🙂 Kocaman beyaz çiçekleri olan manolya ağaçları ve müthiş bir eflatunla donanan erguvan ağaçları favorilerim. Ama diğerleri de alınmasın: Baharın müjdecisi bademler, çeşit çeşit meyve ağaçları, Ayvalık dolaylarında yanlarına sokuldukça beni mutlu eden zeytinler: hepinizi çok seviyorum canlarım. Hep var olun, hiçbir yere gitmeyin. Öperim dallarınızdan, budaklarınızdan.

erguvan

Genel, kişisel içinde yayınlandı | ile etiketlendi | 4 Yorum

Yaz için kitap listesi ;)

Hellö arkadaşlar. Şimdi bildiğiniz gibi artık kitap paylaşımlarımı hikarusbooks isimli instagram hesabımdan yapıyorum. Ama ne yalan söyleyeyim, instagram paylaşımları blogda yazmanın keyfini vermiyor… Bir kere ben eski kuşağım arkadaş; bırak Z’yi, Y kuşağını bile güç bela ucundan yakalamışım. Cep telefonunun minicik klavyesinden bin türlü autocorrect’le cebelleşerek yazı yazmak hiiiç hoşuma gitmiyor… Açarım bilgisayarımı, aslanlar gibi on parmak yazı yazarım, heyt bee! 😀 Ayrıca instagramda böyle geyik yapamıyorum. Geniş bir aile efradı, sülale, kardeşimin doktor çevreleri gibi ciddi (!) müesseseler beni takip ediyor. Eh, haliyle daha ciddi bir ton takınıyorum. O yüzden biraz geyik yapmak adına ve topluca bir arada dursunlar diye bu yaz okuduğum ve sevdiğim birkaç kitabı burada da anlatmak istedim. Ha siz yine instagram hesabımı da takip edin; ciddi middi ama bilgi verici paylaşımlar yapıyorum orada, güzel kitaplar tavsiye ediyorum, benden söylemesi 😉

9941163409458

Hayata Dön: İtiraf edeyim bu kitabı “İstanbullu Gelin’in senaryosu buna dayanıyor” dedikleri için aldım 🙂 Özcan Deniz’e karşı biraz önyargılıyımdır; diziyi de başladığı günlerde Asmalı Konak Vol 2 zannedip kâle bile almamıştım; ancak son sezonunda takip etmeye başladım ve gördüm ki aslında gayet iyi bir diziymiş. Hele psikolog sahneleri son derece ufuk açıcıydı, acayip hoşuma gitti. Böylece gittim kitabını da aldım. Ama kitapla dizi çok farklıydı. Kitapta Esma bayaa bildiğin kötücül, oğullarının ve gelinlerinin ağzına sıçan, pislik bir karakter. Dizide ise (en azından son sezon için konuşuyorum) Esma’nın biraz dominant bir kadın olmak dışında bir falsosu yok. Oğullar, gelinler falan da normal insanlar, herkes kadar zaafları var. Oysa kitaptaki aile resmen Palu ailesi! 😀 Ama şunu da ekleyeyim, aslında kitap yalnızca Esma ve ailesini anlatmıyor. Hatta bu hikâye kitapta az bir yer kaplıyor da denebilir; aslında “Hayata Dön” bir psikiyatrist tarafından yazılmış bir anı-roman gibi. Bu türe diğer güzel örnekler Irvin Yalom’un Aşkın Celladı kitabı ve Bir Psikiyatristin Gizli Defteri olarak sıralanabilir. İlk defa bu türde Türkçe bir kitap okuyorum ve doğrusu çok sevdim. Gülseren Budayıcıoğlu’nun yer yer “ay ben çok süper bir kadınım ve süper bir doktorum” şeklinde övünmeleri bile bana çok batmadı (doktor egosuna karşı bağışıklık mı kazandım ne? haha :D), çünkü kitap güzel akıyor, hikâyeler de güzel ve insana dokunan, empati yaptıran cinsten… Kısacası bu türe ilgiliyseniz severek okuyabileceğiniz bir kitap olmuş. Budayıcıoğlu’nun diğer kitaplarını da alıp okuyacağım 😉

0001781954001-1

Ufak Yangınlar: Celeste Ng’nin tam 50 hafta boyunca New York Times bestseller’ı olarak kalan bu kitabı nasıl tanımlayabileceğimi bilemiyorum… Biraz Genç Yetişkin kitabı havası var… Ama tam da değil… Roman, 1997 yılında geçiyor ve Amerika’nın Ohio eyaletinde Shaker heights isimli (muhtemelen kurgusal) bir kasabada yaşananları ele alıyor. Richardson ailesinin 4 çocuğundan en küçüğü ve asisi olan Izzy, ailenin büyük ve gösterişli evinde bir yangın çıkardıktan sonra kayıplara karışıyor. Ve biz de olayların nasıl buraya geldiğini, Izzy ve ailesi ile kiracıları Mia ve Pearl’ün arasında geçenleri, birtakım aile sırlarının yavaş yavaş ortaya dökülüşünü falan okuyoruz. Roman son derece akıcı ve sürükleyici. Ancak bence bir şeyler eksik. Yani tamam, gizem falan hoş, karakterler genellikle sevilesi ve derinlikli. Ama hikâye büyük bir roman olacak kadar çarpıcı değil bence. Bir de bazı şeyler havada kalıyor gibi; Pearl’ün Moody ve Trip’le yüzleşmesini, Mia’nın ailesi ve Richardson’larla yüzleşmesini okumuyoruz mesela. Ya da bazı önemli olaylar yeterince dramatik sonuçlar yaratamıyor diyeyim; o açıdan bu kitabı geleceğin klasiklerinden biri olacak bir roman diye adlandırmak zor. Ama keyifli vakit geçirtecek bir okuma olarak tanımlanabilir. Ergenler ve ilişkileri, aile sırları, 90’lar gibi temalar hoşunuza gidiyorsa bir şans verebilirsiniz 😉

bony

Bir Ömür Nasıl Yaşanır: İlber Ortaylı’nın bu nehir söyleşisi gerçekten ufuk açıcı, gaza getirici, çok ama çok okunası bir kitap. Şahsen çok istifade ettim; izleyeceğim filmler, gezeceğim şehirler, dinleyeceğim klasik müzik parçaları arasına yeni isimler yazdım 🙂 Bir tek kitaplar konusunda aynı şeyi söyleyemeyeceğim, hocanın tavsiyelerinin çoğunu okumuşum zaten (aferin bana :D) Kitapta yer alan listeleri internette de bulabilirsiniz; mesela buyrun size müzikler. Ancak yalnızca tavsiyeler için okumamak lâzım bu kitabı; İlber hocanın bilgeliği gerçekten kitabın satırlarından taşıyor. Özellikle eğitim konusunda söylediği (bazıları gayet provokatif olan) şeylerde çok ama çok haklı bence: Çocuklarımıza ne yazık ki yeterli ve kaliteli eğitimi veremiyoruz; en güzel çağlarını heba ediyoruz, oysa bir çocuk ileride yapacağı işe göre 15 yaşına kadar temel becerileri edinmek zorunda! Marangoz mu olacak; lise bitene kadar beklememeli. Müzisyen, balerin, dil bilimci, küçücük yaşından başlamalı alanında uzmanlaşmaya. Kaliteli öğretmen o kadar önemli ki bu konuda. Ne yazık ki biz öğretmen kalitesinde fena halde sınıfta kalıyoruz… Hoca “kaliteli bir üniversitede okumayacaksanız hiç okumayın!” diyecek kadar ileri gidiyor, ama bence bu konuda bile haklı. Eğer verilen eğitim gerekli beceriler ile donatmazsa sizi, o diploma bir kağıt parçası olmaktan ileri gidemiyor… Neyse, fazla da derine dalıp yazıyı kasvete boğmayayım 🙂 Sonuç olarak güzel yaşamak, güzel gezmek ve kendini geliştirmek için çok sağlam tavsiyeler var kitapta; herkese hararetle öneriyorum 😉

sariyaz-karayarisi-696x385

Sarıyaz & Kara Yarısı: Çağdaşımız genç öykücülerden Mahir Ünsal Eriş iki öykü kitabı birden çıkardı bu sene; Sarıyaz ve Kara Yarısı. Bir arkadaşım (Yasemincim ^^) Eriş’i Yaşar Kemal’e benzetti; ona katılıyorum. Yaşar Kemal üstat gibi MÜE de yöre ağzıyla yazıyor bazen, ve bu çeşit bir dil kullanımı öykülerine çok samimi bir hava katıyor. Ben şahsen Sarıyaz’ı daha çok sevdim; daha nahif, çocuksu ve daha az üzücü öyküler vardı burada. Bir de Erdek vardı, MÜE’nin neredeyse her kitabında olduğu gibi 🙂 Kara Yarısı biraz daha sarsıcı, toplumun marjinallerini anlatan öykülerden oluşuyordu. O da güzeldi, ama yer yer çok üzdü :/ Yine de iki kitabı da okuyun, zaten hemen bitiveriyor, tadı damağınızda kalıyor…

kitap içinde yayınlandı | , , , , ile etiketlendi | 2 Yorum

Romance is a Bonus Book: Kitaplar arasında bir romans

riasbb2

Uzun zamandır Kore dizisi yazmamışım… Romance is a Bonus Book (RIABB) gelene dek uzun süre Kore dizisi izlememiştim de. (Öte yandan, bundan önce izlediğim son dizinin While You Were Sleeping  olması… Ondan önce W Two Worlds, daha da önce Pinocchio… Yani Kdrama hayatımın Lee Jong Suk estetiklisinin dizilerinden ibaret kalmasına ne demeli? Ama bende suç yok, eleman acayip iyi dizi seçimi yapıyor. Leonardo Di Caprio’nun film seçimi eşittir Lee Jong Suk’un dizi seçimi… Bi’ de başka aktör kalmamış gibi paso bu ince burunluyu oynatıyorlar. Neyse ki şimdi askere gitti de 2 sene rahatız. Lan Jong Suk veledi, açsana gençlerin önünü!)

Öhöm, neyse sakinim. Bu kadar tatlı bir romantik komediyi anlatan yazının ilk paragrafının isyeaannn dolu olmasını istemezdim, ayem sori. RIABB’a romantik komedi dedim ama aslında o kadar da komedi başlamıyor. İlk bölümü izleyip duygulanmayan 30 yaş üstü (hele de evli, hele de çocuklu) kadın bizden değildir. Çünkü iş hayatında erkeklerin o hiç muhatap olmak zorunda kalmadıkları “çocuk mu? kariyer mi?” sorusu mutlaka biz kadınların başına patlıyor… Kang Dani (Lee Na Young) de işte bu soruya çocuk diye cevap verip başarılı bir reklamcı iken işten ayrılmak zorunda kalmış bir kadın. Şimdi 37 yaşına gelmiş, 10 senedir çalışmıyor. Sonra bu kadıncağız kocadan kazığı yiyor mu sana, oturuyor mu kıç üstü! Ne elde var ne avuçta, çocuğunu akran zorbalığından dolayı yurtdışında bir okula okumaya yollamış, koca çekmiş gitmiş, deliler gibi iş aramaya başlıyor ama kariyerine bu kadar uzun bir ara verdiği için kapılar bir bir yüzüne kapanıyor… Nihayet Dani çareyi kendini lise mezunu gibi gösterip vasıfsız işçi olarak Gyo Roo isimli yayınevinde işe başlamakta buluyor… Bu yayınevi ise onun çocukluktan beri tanıdığı, küçük kardeşi gibi gördüğü Cha Eun Ho’nun (Lee Jong Suk) baş editör olarak çalıştığı yer. Üstelik Dani evinden atılıp evsiz kalınca Eun Ho’nun evinde de yaşamaya başlıyor ama ikili birbirlerini tanıdıklarını iş arkadaşlarına çaktırmamak zorundalar. Üstüne bir de Eun Ho çocukluktan beri âşık olduğu bu kadının boşandığını öğrenip eski duyguları depreşince, Dani ise “daha önce okuduğu bir kitabı artık bambaşka bir gözle okumaya” başlayınca ortaya tatlı mı tatlı bir romantik komedi dizisi çıkıyor.

Dizinin sakin sakin ilerleyişini, Eun Ho – Dani ilişkisinin yanı sıra yayınevindeki diğer renkli karakterlerin hayatlarını da başarıyla aktarmasını sevdim. Kore dizileri bu konuda oldukça başarılı zaten, yan karakterler karton tiplemeler olarak kalmıyor, onları da kanlı canlı gerçek insanlar gibi izleyebiliyoruz. Ayrıca dizinin kitaplarla ilgili olmasını, bir kitabın büyük emekler verilen basım sürecini anlatmasını çoooook sevdim. Satılmayan kitapların geri dönüşümle kağıda dönüştürüldüğü sahnelerde resmen içim acıdı. Eun Ho ve Dani çiftine de ayrıca bayılıyorum. Genç erkek – büyük kadın aşkı favorimdir bilirsiniz (eheh), ama ayrıca boşanmış, çocuklu bir kadının da hayatının bitmiş sayılmayacağını anlatması yönüyle kamu spotu gibi dizi olmuş 😀 😀 (Yalnız Allahsız Lee Na Young’un güzelliği, hem de 40 yaşında olduğu halde 25’ten bir gün bile büyük görünmemesi vallahi çok ayıp 😀 Güzel olmayan kadınlar da boşandıktan sonra âşık olabilsinler lütfen 😀 :P)

Dizi bugün itibariyle 16 bölümü tamamlayıp bitti, ama ben Netflix’ten takip ettiğim için 10 gün kadar sonra bitirebileceğim sanırım :/ Neyse, spoiler yenecek dizi değil nasıl olsa 🙂 Baharın bu ilk günlerinde sıcak bir fincan çay gibi içinizi ısıtacak minnoş, tatlı bir dizi izlemek isterseniz RIABB’ı severek izleyebilirsiniz.

risabb

Kdrama içinde yayınlandı | , , ile etiketlendi | 10 Yorum